Zülfü Livaneli’nin kitaplarını duyuyor fakat nedense okumak istemiyordum. Bu isteksizliğimin sebebi biranda popüler olan eserlere karşı duyduğum önyargıydı. Serenad kitabı o kadar itici bir popülerliğe sahip oldu ki, bu beni kitaptan soğuttu. Çünkü kitapla ilgili yapılan abartı olumlu değerlendirmeler ve yüceltici yorumları okudukça bu tercihimden dolayı hiç pişman olmadım. Fakat artık Zülfü Livaneli’nin edebi dünyasına bir merhaba demenin de zamanı geldiğini hissediyordum. Sonunda popüler kültürün gemisine ben de bindim ve Serenad kitabını okumaya başladım.
Kitap genel yerli romanları düşündüğümüzde oldukça kalın bir kitap. (Bu kalınlık mevzusuna değineceğim.) 2011 yılında Doğan kitaptan çıkmış. O günden bugüne oldukça çok okunmuş 40-50 baskı yapmış (son kaçıncı baskı bilmiyorum) oldukça popüler olmuş bir kitap. Yazar kitapta bir kadının Alman asıllı Amerika’lı bir profesörle karşılaşması ve bu ilkginç profesörün sırrına vakıf olur ve bu sırrın peşinden giderken hem kendi, hem dünya hem de ülkemizin yakın tarihi üzerine yeni hikayeler öğrenir. Sonra bu hikayelerin peşinden gider. Genel olarak kitabın konusu böyle özetlenebilir.
Kitap hakkında söylenecek çok şey var. Aslında yakın dönem edebiyat hakkında, popülerlik hakkında, gerçek edebiyat hakkında… Bir yerden başlayayım. Öncelikle kitabın konusundan başlayalım. Konu olarak kitabı beğendiğimi söyleyebilirim. Orijinal bir hikâye ve anlamlı diyebilirim. Karakterimizin başına gelen olayların onu geçmişine veya kökenine götürmesi, kimliğini bulmaya çalışması hoş derinleşmeler. Anlatım tarzına gelirsem pek olumlu şeyler söyleyemeceğim. Konu her ne kadar güzel olsa da, yazarın konuyu işleyiş şekli tam bir facia. O kadar gereksiz ayrıntı okuyoruz ki kitapta neredeyse elimizde kamerayla kitabın karakteriyle geziniyoruz. Adeta kitap kalın olsun diye karakterin kalkıp su içiş serüveni bile anlatılacak düzeyde bir lafı uzatma hali. Adeta günlük bir dizi izliyorsunuz. Bu beni biraz rahatsız etti. Vurgulanması gereken yerlerde bu ayrıntılara girilse imiş daha anlamlı olurdu diye düşünüyorum. Bu kitapla ilgili bazı forumlarda gördüğüm ”sanki filmi çekilme ihtimali gözetilerek yazılmış” eleştirisine katılmadan edemedim. Yönetmene hiç iş yükü bırakılmak istenmemiş diye düşündüm. Kitabın diline gelirsek sanırım en büyük eleştirim burada olacak.
Yazar o kadar basit bir dil kullanıyor ki, çocuk kitabına bile uyarlanabilir nitelikte. (Küçük Prens bize gücenmesin.) Sade değil, basit bir dildi bu. Adeta yazar ortalama okur kitlesini hiç yormak istememiş diye düşündüm. Her şey sürekli açıklanmaya çalışılmış. Okuyucuya “emi” denip duruyordu sanki.
Burada bir eleştirim daha var. Kitabı okurken hep İlber Ortay’nın Orhan Pamuk’la ilgili bir videosu geldi aklıma. İlber Ortaylı, Orhan Pamuk’un edebi dilinin bozuk olduğunu söylüyor ve yurtdışındaki başarısını çevirmenlerin maharetine yoruyordu. Bu kitapta bunu o kadar hissettim ki! Livaneli’nin yurtdışındaki başarısını da buna yordum. (Ki kitap yurtdışından ödül almış) İfadeler adeta çevirmene pas atar nitelikte basitleşmişti. Yani bu basit dil bir yandan da çevirmeni gözeterek seçilmişti diye düşünüyorum. Yazarın daha nitelikli bir dil kullanabilip kullanamayacağını bilmiyorum ama ben bu potansiyelin olduğunu düşünüyorum onda. Yani yazarın yurtdışındaki becerisi çevirmenin edebi becerisiyle orantılı. Ki iyi çevirmenlerin bu kitapları çevirdiklerini düşünüyorum.
Diğer yandan Livaneli bu kitapta adeta bir yabancıya anlatır gibi Türk kültüründen ve ülkeden bahsedip duruyor sürekli. Hatta bir yerde ekmek fırınını tarif ediyordu. Bunu bilmeyen Türk var mıdır? Burada da kitabın çevirisine yatırım diye düşündüm. Yazar sürekli bir öğretme ve klişe olmuş ermeni sorunu, kürt sorunu, hitler (Ki bizim için değil ama yabancılar için çok şey ifade eden bir figür) gibi konuları sürekli yine klişe ifadelerle gündeme getirip duruyor. Yeni hiçbir şey eklemeden hem de. O kadar bayağı bir siyasi yaklaşım var ki kitapta bir romandan çok fikir yazısı okuduğumu düşündüm biran. Yakın dönem ne kadar siyasi mesele varsa Livaneli bir paket şeklinde okuyucuya anlatma telaşıyla romanın baş kişisinin gerçekçiliğini yok etmiş diyebilirim. Roman oldukça bizden uzak bir bakış açısıyla ele alınmış adeta dediğim gibi çevirisini okuyacaklara yatırım yapılmış. Livaneli o kadar konuya değinmeye çalışıyor ki, insanın yazara “bunca karakteri yormayın bir fikir kitabı yazın “diye sitemde bulunası geliyor.
Kitapta tarihi olaylara da yer veriliyor sürekli ki zaten konu böyle bir olaydan çıkıyor. Dediğim gibi ortalama bir Türk okuyucusunu cezbedecek fakat kısa bir Google aramasıyla edinilebilecek bilgilerle okuyucu etkileme amacı kitabın popülerliği düşünüldüğünde oldukça tutmuş gibi. Öğretici romanlar kadar sıkıcı bir şey var mı bu hayatta bilmiyorum. Bilgi vermek ayrı ama bunu göze sokmak ayrı. Yazarın burada bu ölçüyü tutturmadığını gördüm.
Kitabı neresinden tutsam elimde kaldı. Kitap bir de bitmeme sorunsalına sahip. Tam roman bitti diyorsunuz yeni bir bölüm çıkıyor karşınıza. Son kısımlarda o kadar sıkıldım ki, hızlı okuma moduna geçerek bitirdim kitabı. Dediğim gibi yazar okura ne hayal edecek ne tasarlayacak ne de zihnini yoracak bir pay bırakmadan her şeyi anlatmak istemiş. Neler olduğunu tahmin ettiğiniz sonun anlatıldıkça anlatılması beni boğdu diyebilirim.
Anlaşılacağı üzere kitap benim için gerçek bir roman değildi. Bunlar benim şahsi fikirlerim. Sadece kitabı okuyarak edindiklerimi paylaştım burada. Popüler olmak, herkesin beğenip takdir etmesi bir eseri gerçek anlamda sanat eseri veya roman yapmıyor. En azından benim açımdan böyle. Daha söylenecek çok şey var. Ama bu kadar yetsin bu kitap için. Yeni bir kitap değerlendirme yazısında görüşmek üzere…
Değerlendirmenin Youtube kanalımdaki videosunu izlemek isterseniz; https://youtu.be/a76XyvVSCfw